14 Şubat 2018 Çarşamba

Sevilen - Toni Morison

Sevilen - Toni Morison

        Size şimdi okuyunca şükredeceğiniz ama ikinci kez okumaya korkacağınız bir kitabı tanıtacağım. Toni Morison, Amerikalı, Nobel alan ilk siyahi kadın yazar. Kitabı ise kölelik konusunu işleyen SEVİLEN...
           Bu harika kitabı tamamen tesadüfen bulduğuma şaşırıyorum. Neden kimse bahsetmedi. Neden raflarda görmüyoruz. neden alıntılar yapılmıyor çok garip.  Çünkü acısıyla, anlatımıyla, çevirisiyle, kurgusuyla kusursuz bir baş yapıt.
         İtiraf etmeliyim ki  benim için sanatta üslup, içerikten önce gelir. Çok önemli şeyleri anlatmasa da anlatımın güzelliği beni büyüler. Fakat birde bu anlatım samimiyetle hissedilmiş bir acı ile örtüşünce hayranlığım, kutsal bir saygıya dönüşür. Esere de sanatçıya da bir daha kimsenin sarsamayacağı payelerle atfederim. 
       Sevilen, anayurdundan koparılmış, Amerikada (küçük harfle yazmak isterdim) çiftliklerde en temel haklarından koparılmış insanların öyküsünü anlatılıyor. Haklar derken insan haklarından bahsetmiyorum. Bir canlının sahip olması gereken yavrusunu büyütme, bir yuvaya sahip olma gibi temel hakları bile yok sayılmış insanların trajik acılarından bahsediyorum. Amerika'daki bütün siyahların o dönem yaşadığı bu büyük tramvayı yaşarken ve sonrasında ortaya çıkan acılar ve özgür  bir birey olabilmek için el ele veren bir grup siyahın bir kadın üzerinden öyküsü anlatılıyor. 

Kitaptan bir alıntı: 
"Bir bebek gibi sallanabilen bir yalnızlık var. Kollar kavuşmuş, dizler karna çekilmiş; bir gemininkine benzemeyen bu devinimi sürdürmek, sürdürmek sallayanı yatıştırır, denetler. Bu, içedönük bir yalnızlık - insanı bir deri gibi, sımsıkı saran türden. Bir de, dolaşıp duran bir yalnızlık var. Hiçbir sallama onu yatıştıramaz. O canlıdır, dik başlıdır. Kuru, yayılan bir şeydir; insana kendi ayak seslerini çok uzaklardan geliyormuş gibi hissettirir..." Sevilen _ Toni Morison

Kitaptan başka bir Alıntı : "Burada," dedi, "Hepimiz etten kemikten yapılma canlılarız; ağlayan, gülen canlılar, otların üzerinde, çıplak ayak dans eden bedenler. sevin onu. bedeninizi sevin. bütün yüreğinizle. dışarıda bedeninizi sevmeyenler var. ondan nefret ediyorlar. gözlerinizi sevmiyorlar; ilk fırsatta onları oymaya hazırlar. sırtınızdaki deriyi de sevmiyorlar. o deriyi yüzmeye hazırlar. ah, benim güzel insanlarım; onlar ellerinizi de sevmiyorlar. o elleri yalnızca kullanır, bağlar, zincire vurur, kesip atar, ya da boş bırakırlar. ellerinizi sevin! sevin. onları kaldırın ve öpün. bir elinizle öteki elinize dokunun, okşayın; ellerinizi yüzünüze sürtün, çünkü onlar yüzünüzü de sevmiyor. yüzünüzü siz seveceksiniz, siz! yo, ağzınızı da sevmiyorlar elbette. orada, dışarıda, ağzınızın yarıldığını görmek, onu bir daha yarmak isteyenler var. o ağızdan çıkan hiçbir şeyi önemsemeyecekler. o ağızdan fırlayan çığlığı duymayacaklar. bedeninizi beslemek için o ağza sokacağınız her lokmayı çekip alacak, size kendi artıklarını verecekler. hayır, ağzınızı sevmiyorlar. onu siz sevmek zorundasınız. işte burada, böyle bir bedenden söz ediyorum. sevilmesi gereken bir bedenden. dinlenmeye, dans etmeye gereksinen ayaklar; dayanağa gereksinen sırtlar; kollara, güçlü kollara gereksinen omuzlar. ey halkım; dinle beni. onlar demirsiz, urgansız ve dik boynunuzu da sevmiyorlar. öyleyse, sevin boynunuzu; ona dokunun, onu süsleyin, okşayın ve dik tutun. ilk fırsatta, domuzların önüne atmaya hazır oldukları iç organlarınıza gelince; onları sevmek zorundasınız. o kara, kapkara ciğeri sevin... sevin onu. ve yüreği, o çarpan yüreği büyük bir aşkla sevin! gözlerden, ayaklardan da çok. özgür havayı içine çekmesi gereken ciğerlerden de çok. yaşam taşıyan rahminizden, yaşam veren özel organlarınızdan da çok. beni dinleyin: kalbinizi sevin! çünkü o bir ödüldür."."

20 Ağustos 2017 Pazar

Seksek - Julio Cortazar

" Bir ülkeyi temsil etmek ne denli öldürür insanı"

Bu gün size edebiyat severler için bir hazineden bahsedeceğim. Julio Cortazar'ın Seksek kitabı okurken edebiyat tanrılarının size dokunduğunu hissedeceğiniz yapıtlardan biri.
Cortazar, eserini hem içerik hem de biçim olarak yeniliklerle doldurmuş. 155 bölümden oluşan kitabın iki şekilde okuyabilirsiniz. ya 56. bölüme kadar okuyup bırakırsınız. ki romandan hiç bir şey kaybetmezsiniz. Yada yazarın size verdiği bir sıra ile 73. bölümden başlar karışık olarak okur 131. bölümde bitirirsiniz. Ya da bitiremezsiniz. kitaba hapsolursunuz.
   Kitap 3 bölümden oluşmakta ilk önce kahramanımız Oliveira Paris'te bohem bir fikir kulübünün içinde, entelektüel tartışmalar ve özgür bir yaşam ile onda derin bir iz bırakacak sevgisi La Maga'yı görüyoruz.
       Daha sonra kahramanımız Arjantin'e dönüyor, arkadaşı Traveler ve onun karısı Talita ile birlikte bir sirkte sonra bir tımarhanede çalışıyor. .
      3. bölümde kitaplardan alıntılar, düşünce ve anı parçacıkları ile gazete kupürlerinden oluşuyor.
      Peki bu kitabı özel kılan ne? Bu kitapta beni heyecanlandıran  anlatımın güzelliği ve diyalogların doğallığıydı. Yazar o kadar rahat ifade ediyor ki kendini bazen kurgudan çok hangi kelimeyi ve nasıl seçtiğini irdeleyerek okuyordum.
       Olivera, kutsallardan rahatsız; topluma uyumsuz, sorumsuz, geveze bir sürgün. Ama onun gevezeliği  düşünceyi, kendi içinde basamaklandırma, buradan gidebileceği yerleri hesaplama, basabileceği yeni bir taş bulma işi, bir nevi fikir işçiliği yapmaktır.
      Aşkla, hayatla, ölümle, hatta bir bebeğin ölümüyle bile ilgilenmeyen, hiç bir şeyi ciddiye almayan, sürekli tartışan,irdeleyen, herkes tarafından sevilen, ama sorumsuz biri.          Olivera arzularının cennetini arayan ve bu cennete gitmesini engelleyecek her şeyle mücadele eden, sıkıldığında giden biri. Her yerde ilişkiler onun için koca bir mesele haline geliyor. Onun argümanları, tutkuları, istekleri ve peşi sıra sürükledikleri.. sevdikleri...
        Seksek kavramı hem kitabın okunuş şeklinde hemde kurguda özellikle finalde, okuyucuya şahane metaforlar sunuyor.
        Kitabın bazı bölümleri, insanın tüylerini diken diken eden sahnelerin olduğu, başlı başına bir öykü olabilecek metinlerdir. Özellikle Talita'nın pencereden öteki pencereye gitmeye çalıştığı sahne ve finalde tımarhanenin bir odasını iplerle, sularla, bilyelerle savunduğu; iki ülkeye benzettiği bölümler tekrar okunmayı hakkediyor.
 Kitabın çevirisi çok iyi. Edebiyat severlere tavsiye ederiz efenim.

5 Temmuz 2017 Çarşamba

İkinci El Zaman - Kızıl İnsanın Sonu

Svetlena Aleksiyeviç'in bu destansı kitabı bana bir senfoni dinliyormuşum hissiyatı verdi. Devlet dediğimiz bu orkestranın, insan denilen o şahane canlıdan sadece acı, korku, üzüntü hayal kırıklığı, pişmanlık gibi sesler çıkarması korkunçtu.
        İkinci El Zaman'da 1991 Sovyetler'ine bakıyoruz. Sovyetler'de yaşanan o büyük kırılmaya, öncesine ve  sonrasına odaklanmış insan öyküleri ile ideolojinin insan üzerindeki yansımalarını okuyoruz.
      Yazar, kahramanlarla yapılan röportajları, bir monolog gibi düzenleyerek şahane bir edebi dil oluşturmuş.
       Stalin'in zulmünü yaşayan insanlar, Stalin'e inananlar, kapitalizm ile beklenen bahar; kimine göre bir cennet kimine göre yeni bir sıkıntı hali.. Bir tarafta uzaya giden ilk ülke olmanın gururu, öteki tarafta 17 milyon cinayet ve yoksulluk. Kot pantolon, salam ve kırmızı iç çamaşırı hayali kuran bir ülkeye dönüşüm.. Girilen serbest piyasa ekonomisi ile gelen yeni ürünler.. Kısa yoldan zengin olanlar ve olamayanlar. Rusyayı ele geçiren mafya ve yeni devletin de oluşturduğu baskı.. Dağılan Sovyetler ile Azerilerin Ermenileri, Ermenilerin Azerileri , Rusların Tacikleri ve Çecenleri öldürdüğü katliamlar canlı bomba mağdurları.. ama hepsinin yaşadığı ortak acı tekrar tekrar yoksulluk.
        Aleksiyeviç bu kitabında bize 'hayatın en değerli şey olduğunu söylüyor İdeolojiler ve kimlikler uğruna harcanmış hayatlara ayna tutup, insanoğlunun bu çabasının anlamsızlığı üzerine yoğunlaşıyor. Ve bu erdemli mesaj da ona Nobel'i getiriyor.
   

28 Haziran 2017 Çarşamba

GOG

 Yazar Giovanni Papini, aykırı ve polemikçi bir yazar. Ele avuca sığmaz, çoğu zaman tepki çekecek düşüncelerini içine atmak yerine zekice bir kurgu ile söyleme fırsatı yakalamış. Kitap iki üç sayfalık, kısa, hafif denemelerden oluşuyor. Hafif olması, dili ve anlatımından öte geliyor aslında konular bıçak sırtı..
     Cinayetten aşka, dinlerden bilime, ölümden yaşama, güzelliğe, paraya iktidara yani her şeye dair  çılgın fikirlerle dolu bir kitap.Bu kitabı öğrencilere yaratıcı düşünme eğitimlerinde tamamı ya da bir kısmı okutulabilir diye düşünüyorum.
    Kitaptan biraz ip ucu vermek gerekirse  Giovanni Papini bir gün tanıdığı bir doktoru ziyaret için akıl hastanesine gider. Oradaki hastalardan biri kendisi ile tanışmak ister.. Bu hasta Gog'tur Gog göçmen olarak geldiği Amerika'da inanılmaz zengin olmuş ve bu para ile dünyayı gezip bilgi ve kültür açlığını gidermek için bütün ilginç bilim insanları, kahramanlar, sihirbazlar ve büyücüler gibi insanlarla tanışır. Ve kitap, bu insanların Gog'a anlatığı kısa öykülerden oluşur. Öykülerin gerçek olup olmadığını yazar da bilmiyordur ama okumaya, anlatmaya değer onlarca öykü çıkar ortaya..
  Yazarın öykülerden hızlı bir şekilde çıkması bizi o fikirle baş başa bırakmak için mi yoksa kendisi irdelemekten korktuğu için mi anlamadım. Ama her öyküde söylenebilecek o kadar çok söz varmış da yarım kalmış gibi bir his bırakıyor insanda. 
   1930'lu yıllarda ilk bölümü yayınlanan bu kitabın anlatımı naif, çevirisi gayet tatminkardır.

3 Ekim 2015 Cumartesi

Zeno'nun Bilinci

20. yy'da yazılmış en büyük eserlerden biri...  İtalo Svevo'nun  akıcı ve esprili bir dili var.. Kahramanlarının hepsi takıntılı, arızalı, anti kahramanlar... Bu kahramanlar Svevo'nun esprili dilini olanaklı kılıyor.. Svevo'nun çağını aşan aydınlık zihni bu komik kurgunun arasından sızıyor..  Bu da eserin bir asır öteden sesinin duyulmasını sağlıyor... Başkahraman Zeno Cosini'nin Bir terapideki itirafları onun yaşam öyküsüne oluşturuyor... Sigarayı bırakma çabası, babasının ölümü, evliliği ve iş ortaklığı en sonunda çıkan Birinci Dünya Harbi...
  Sanırım, İtalo Svevo'nun şöhreti kendi hayatında çok geç bulması onun kitabına da sinmiş bir kader... Bu kadar büyük bir yazarı ve kitabını geç tanımak üzücü..

16 Eylül 2015 Çarşamba

Marcel Proust - Kayıp Zamanın İzinde

 Marcel  Proust'un Kayıp Zamanın İzinde adlı dev eserini nihayet okuyabildim.  İnsan bu kadar büyük bir eseri okuyunca büyüdüğünü, güçlendiğini, yeşerdiğini hissediyor.. Yazı ile haşır neşir olan arkadaşların mutlaka Proust  ile özel bir zaman geçirmesi gerekir..  Proust iyi bir  öykü anlatıcısı değildir.  Ama en iyi üslubcudur... Onun için önemli olan yaşadığı olay değil, o olayın yaşattığı hislerdir...  küçücük bir bitkinin, ya da kaçamak bir bakışın, bir dilim kekin ya  da kokunun peşine düşerek onun neye benzediğini, ne hissettirdiğini sayfalar dolusu tasvir ve benzetmelerle bir mücevheri işler gibi özenle, dikkatle, ustalıkla anlatır...  Sizin için sıradan olan bir an, mesela uykudan uyanma hali onun için keşfedilecek bir gezegendir...uykudan uyanma anını  genişletir genişletir genişletir...  eski zamanlardaki uzun bir haç yolculuğuna dönüştürür... siz artık bir insanın uykudan uyanma anının 1000 parçaya bölüp her parçanın neye benzediğini , tadını, rengini, kokusunu, bilirsiniz...

Proust neredeyse 7 ciltlik dev eseri boyunca Fransız asilzadelerinin hayatlarını özellikle akşam yemekleri davetlerini anlatır.. İnsan ilişkilerindeki incelik ve zarafet, bu zarafetin altında görünmeyen katı bir sınıf ayrımcılığını, yavaş yavaş  gelişen sermaye ile burjuva kesiminin, aristokratların katı sınıf duvarlarını delip, içine sızmasını;  bununla birlikte inceliğin, zarafetin, soya dayalı gücün yerini yavaş yavaş sermayeye dayalı güce, kabalığa, yüzeyselliğe bırakmasının tanıklığını yapar.

Proust, kaybolan bu ihtişamlı dünyanın tarih sayfasından çekilişini kitap boyunca hissedilen bir hüzünle anlatırken.. anlattığı dünya ile örtüşen incelikli ve hassas dili eserin asırlar boyunca yaşamasını sağlamıştır..

Proust kolay okuyucu sevmez.. Hele de popüler kitaplarla zehirlenmiş yeni nesil, kurgu olmadan yeni bir sayfaya geçmek istemezken  Proust'un 3500 sayfalık dev bilinç akışını okuması imkansızdır...Proust edebiyatı seven okuyucuyu sever. onu okurken sürekli bu kez nasıl anlatacak bu kez neye benzetecek, diye merakla okursunuz...  yazarın bir konuyu yeterince işlediğini düşündüğünüz anda bile size aklınıza gelmeyen paragraflar dolusu tasvirle yeni bir yolculuğa çıkarabilir... Ki o yolculuklar hep cebinizde değerli taşlarla döndüğünüz, insan eli değmemiş kuytular, enteresan keşifler, bakir manzaralar, yeni motifler vadeder.

Proust okuduğum ilk haftalarda bir gün arkadaşlarımla balığa gitmiştik...  Galata köprüsünün üzerinde bir an, anı dondurduğumu esen rüzgarın neye benzediğini, denizden gelen seslerin buna ne kattığını, kokusunu, sıcaklık derecesine varana kadar düşündüğümü hissettim.. Proust o zaman içimdeydi.. özdeşleşmiştik... sanki beni bir yazara dönüştürmek istiyordu...  Sonra ki günlerde bu kadar derin bir etkileşim yaşamasam da proust'un içimde yaşadığını bir gün yine gözümü kulağımı dilimi tenimi 19. yy zarafetine ve inceliğine uygun ayarlayacağını biliyorum...


Sanırım bir paragrafı da kitabı kusursuz çeviren Roza Hakmen'e ayırmak gerekir.  Hakkında araştırma yapmak istedim ama bu dev eseri -neredeye yarım sayfa süren cümlelerine rağmen-  kusursuz çeviren Proust tadını bize Türkçe yaşatan bu insan hakkında çok az bilgi olmasına çok üzüldüm... Kitap boyunca Roza Hakmen'in ellerini öpmek istedim.. Kelimelerini bu dev esere uygun ciddiyete seçtiği o kadar belliydi ki..Türkçeye olan hakimiyetine hayran olmamak elde değildi.. şu an aramızda yaşıyor olması ve bizim onu tanımayışımız benim açımdan çok trajik bir durum.. umarım bir yerlerde hak ettiği  saygıyı görüyordur....

10 Ocak 2015 Cumartesi

Mısır Adası

Behrengi'nin Bir Şeftali Bin Şeftali adlı çocuk öyküsünde çocuklar buldukları şeftali çekirdeğini ağanın tarlasına ekince sorarlar birbirlerine.. Bu şeftali ağacı kimin? Ağanın mı, bizim mi?

        Gürcistan ve Abhazya sınırını belirleyen nehirde her yıl bahar ayında alüvyonlar ile adacıklar oluşur ve sonbaharda kaybolurlar.. Tarıma çok elverişli olan bu verimli toprakları bölgedeki çiftçiler için iyi bir şanstır.
         Gürcistan ve Abhazya arasındaki askeri çatışmaların tam ortasında kalan bir adayı seçen yaşlı adama torunu sorar.. Bu toprak kimin? Gürcülerin mi? Abhazların mı? Yaşlı adam yanıt verir: Kim yarattıysa onun....
   
Yaşamdaki döngüyü, devleti, sınırları,  sorgulayan.. varoluş ve yok oluş üzerine çok çok büyük bir derdi olan filmde oyunculuk görsellik ve anlatım çok güzel.. O kadar tatlı ve iddiasız akıyor ki film sonunda o büyük mesajı vereceğini hiç tahmin etmiyorsunuz bile.. ve bu mütevazilikle o büyük derdin de altından çok güzel kalkıyor... İlyas Salman'ın oynadığı bu film en iyi yabancı Oscar filmine de adaymış... Sanat filmlerini sevenlere önerilir....